Her Sabah

Gülce Sokak’tan sahile doğru salınca kendini dizlerini zorlayan yokuştan başka bir şey düşünebilirsen sokağın sağ yanında bakımsız bir bahçe ve bahçe içinde kulübeden hallice bir ev görürsün. Ev demeye bin şahit ister ya orada da oturan biri vardır. Birinin evidir o da nihayetinde. Belki seksenine varmıştır işte o biri. Kim olduğunu, nereden geldiğini, ne zamandır o harap yapıda konakladığını, buraya gelmeden evvel ne yaptığını kimse bilmez. Adını bilenlerin sayısı bile bir elin parmaklarını geçmez herhalde. Ben de bilmem.

Her sabah evden çıkıp Gülce Sokak’tan aşağı yürürken hep birkaç adım önümde görürüm onu. O da benim gibi hep aynı saatte çıkıyor demek ki evinden. Bu yaşta adam niye yaz kış, yağmur çamur dinlemeden her gün o saatte çıkar evinden? Nereye gider? Merak ediyor insan. Ben ediyorum en azından. Durdurup sorsan sorulmaz. Ben soramam. Adını dahi bilmediğim, yüzünü arada bir attığım kaçamak bakışlardan bildiğim… Neyse işte. İş tanımadım biriyle sohbet etmeye geldiğinde beceriksizim. Ama merak ederim. O zaman şöyle bir hikaye uydururum ki merakım körelsin.

Ardahan il olana kadar Kars’a bağlı olan Göle’nin bir köyünde doğmuştur. Askerliğe kadar köyünde kalmış, hayli yokluk çekmiştir. Askerden sonra koğuş arkadaşının peşinden, bağının bahçesinin verimliliğini duya duya görmeden hasret duyduğu Bursa’ya gelmiş, Uludağ’la Samanlı Dağları arasındaki ovada bir köye yerleşmiştir. (Daha o vakitler bu ovada kentleşme başlamadığından Bursa hala Yeşil Bursa’dır. Bursa’nın Yeşil olmadığı zamanlar benim çocukluğuma denk gelir ki arada belki elli sene vardır. Neyse.) Irgatlıkla geçimini sağlarken para biriktirip kendi bahçesini almanın hesabını yaparken köyden bir kıza sevdalanmış, kızın ailesi evlenmelerine razı olmamış, o da bir gün tarladan dönen kızı ikna edip gün ortasında, yalın ayak başı çıplak kaçırmıştır. İki çıplak bir hamama, iki yoksul bir kamyona yakışır. Cümlenin ikinci yarısı ilk yarısına uymadı ama kamyon meselesi bu hikayeye uydu. Neticede memlekette karayollarının yapımının hızlandığı, motorlu taşıtların çoğaldığı, tarımda traktör kullanımının arttığı yıllardı onlar. İşte bizim iki fukara (bak bu fukara sözünü severim ben, yoksulluğun yanında bir de çaresizlik sezdirir) yolda denk geldikleri bir kamyona el eder, kamyoncu da bunları ta Balıkesir’e kadar götürür. Sığınacak bir yer, çalışacak bir iş aramakla geçen üç beş ayın ardından buralarda dikiş tutturamayacaklarını anlarlar. Bu arada yaz bitmiş, sonbahar gelmiştir. Ahir güze varmadan bir çatının altına girmek lazımdır yoksa kış gelince, hele bir de doğacak çocuk düşünülünce… Geri dönseler dönemezler. Kızın abisi yaşatmaz ikisini de. Balıkesir’de de olacak gibi değildir. Ne yapmalı ne etmeli derken bir cesaret yine askerlikten bir arkadaşa, ama hali vakti yerinde İzmirli bir arkadaşa mektup yazılmış, vaziyet bildirilmiş, yardım istenememiş ama gerektiği belli edilmiştir. Malı kadar gönlü de bol arkadaş mektubu gördüğü gibi imdada yetişmiş, mektupla falan uğraşmayıp bizzat kendisi gelip bizim garibanları bulmuş ve kollarından tuttuğu gibi İzmir’e getirmiştir. Bizim gariplere başlarını sokacakları bir dam, ırgatlıktan başka iş bilmeyen delikanlıya kotarabileceği bir iş verilmiştir. İki kız bir oğlan çocuğun dünyaya gelmesi, büyümesi, garibanlık çekmesinler diye okutulması, vakti gelince evlenip yuva kurmaları derken zaman kah hızlı kah yavaş akıp geçmiştir. Oğlan Almanya’ya gidip orayı yurt edinmiş; büyük kız İstanbul’a, küçük kız Ankara’ya yerleşmiştir. Zaman kimilerine mutluluk kimilerine hüsran getirir. Bu arada velinimetlerinin işleri bozulmuş, mal varlıkları bir hayli azalmış, fabrikalar kapanmış, arsalar evler elden çıkmış, kala kala bir apartmanla bir dükkan kalmıştır. Lakin iki dost birbirinden kopmamış, malı azalan dostun gönlü daralmamış, ömrü vefa ettikçe hamiliğine devam etmiştir. Eh, ömrün de vefası bir yere kadar. Evvela bu eşsiz dost vefat etmiştir. Dostunu kaybetmenin acısına bir ömür sevip saydığı eşini toprağa vermenin acısı eklenince evlatlarının ısrarlarına dayanamayıp bir iki defa yanlarında kalmayı denemişse de ne İstanbul’a ne Ankara’ya alışabilmiş; gerisin geri İzmir’e, küçük ama bir ömrün hatırasıyla dolu yuvasına dönmüştür. İşte bu küçük evden her sabah en iyi bildiği işi yapmaya, can dostunun çocuklarına vasiyetiyle o ölünceye kadar açık tutulacak olan dükkanı açmaya gider. Çay demler, yeri süpürür, dükkanı havalandırır ve akşam olup hava kararıncaya değin belki hiç gelmeyecek müşterileri bekler çünkü bizim kuşağın aksine o yaşamanın çalışmak olduğu bir zamanda yetişmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder